29 Eylül 2020 Salı

 

BİR TEREDDÜDÜN ROMANI'NDAN NOTLARIM




Bunu ilk keşfeden ben değilim, dedim, asırlardan beri, kendilerinden çok uzak, yani çok basit kadınlarla evlenen tarihî insanlar da vardır. Bu ihtiras adamları, evlendikleri basit bir köylü kızının boş ve saf gözlerinde, kendilerini yakan büyük ve kuvvetli sansasyonların alevini söndürürlermiş, filân. Belki her tecrübede aynı kıymeti muhafaza etmeyen bu fikir, bana mülâyim geliyor. Fakat bunda da, evlenmenin korkularıyla beraber zevklerini azaltmak var. Bütün yollar Roma’ya çıkar. İzdivaçta da ideal bir terkip yoktur. Her türlüsünde de faydalarını ve mahzurlarını görecek kadar realist olalım.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 28


Doğrusunu söylemek lâzım gelirse ben “kapalı” denilen ruhların muammadan elbiseler içinde büyük ve derin görünmelerine itimat etmem ve bu tuvaletin muammasından alelâde ruhların da basit bir maharetle istifade ettiklerini bilirim. Onun için, bazen, bizde bu şüpheyi uyandırmayan açık kalplere karşı meylim artar fakat onların da ihtiyacımızdan fazla hararetimizi söndüren bol alkışlarından ve taşkınlıklarından bıkınca, kanunlarını iyice bilmediğimiz bir değişme ile zaman zaman kapanıp açılan ve bize bir fırsat gibi yaklaşıp uzaklaşan ruhlarını ararım.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 32


Bazıları hayatlarının bir roman haline getirilmesini isterler; kendilerine fevkalâde görünen sergüzeştlerinin fazla beşerî olmaktan gelen adiliğini hissetmezler.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 35


Eğer insanları evlenmekte tereddüde sevk eden şey bedbaht olmak korkusu ise bende böyle şey yoktu; çünkü hiç bir hareketimin gayesinden tam bir saadet beklemiyordum. Hayattan aldığımız her zevki ona muadil bir ıstırapla ödediğimizi bildiğim için, hiç bir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felâketten korkmuyordum. Bunun ikisi de imkânsızdır. Çünkü ruhî varlığımız hazla kederin muvazenesine istinat eder, işte en büyük adalet ve müsavat! İnsan, çektiği ıstırap nispetinde zevk duyar: Ne kadar acıkırsa yemekten, ne kadar yorulursa dinlenmekten, ne kadar ararsa bulmaktan o derece zevk alır. İhtiyaç ve ıstırapla muvaffakiyet ve saadet arasındaki bu riyazî tenasüp, bütün insanlar arasında tam ve ezelî bir müsavat temin etmiştir. Eğer bir adamın hayatında duyduğu haz ve keder yekûnları hesap edilecek olursa görülecektir ki hiç kimse kimseden daha fazla ne mesut ne de bedbahttır. Hepimiz kahkahalarımızı gözyaşlarımızla ödüyoruz ve bu hususta bir dilenci bir milyarderden farksızdır. Çok gülenin çok ağladığını söyleyen atalar sözü de bize heyecanlarımız arasındaki muvazeneden doğan bu büyük müsavatı bildiriyor. Bunun için muvakkat hazlar ve kederler istisna edilirse insanlar arasında devamlı bir saadet ve felâketten bahsedilmesini bile fazla bulanlardanım. Kararlarım üzerinde mesut olmak ümidi ve bedbaht olmak korkusu tesirini kaybetmişti. Bütün amellerimizin neticeleri arasında ıstırap ve zevk itibariyle ahenk bulunduğuna bir kere daha kaani olduktan sonra,...

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 43


Korkuyorum ki son zamanlarda yalnız kalmamak ihtiyacıyla bu anî kararı verdiniz. Çünkü büyük bir felâketin sizi yalnız bıraktığını söylediler bana. - Bu kararımda hayatımın en büyük hâdisesinin elbette bir tesiri vardır; ben de herkes kadar yalnızlıktan ürkerim, fakat evlenmek insanı bundan kurtarıyor mu? Bazen kalabalıkların ortasında, tek başına kaldığımız vakitlerdekinden fazla yalnız değil miyiz? Öyle zamanlarda kendimizle bile baş başa kalamıyoruz ve bunu yapabilmek için dağ başları arıyoruz. Kitaplarımdan birinde yalnız kalmamak için evlendiğimizi, fakat evlendikten sonra daha ziyade yalnız kaldığımızı yazmıştım. Vakıa bu her zaman böyle değildir, ben cemiyetten aldığımız şeyi inkâr etmiyorum; fakat yalnız kalmak korkusu kadar zevki de bir hakikattir ve zaman zaman ikisinin de üzerimde aynı derecede büyük birer âmil olduklarını bilirim. Tek cepheli edebiyatlara aldanmak istemiyorum.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 46



... zekâmızın bize her zaman dost olmadığı ve tereddütlerimizin saçlarımızı ağartacağını söylemedim;...

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 49


“Evleniyorum, ayol, evleniyorum” diye tekrarladım. Bana beni gizleyen yırtılmaz bir sessizlik ve nüfuz edilmez bir karanlık içinde, içim: “Olabilir” der gibiydi. Evet, hiç bir insanın asla malik olmayacağı tam realist bir telâkki karşısında evlenmek de yaşamak ve ölmek gibi sade, alelâde bir hâdiseden ibaretti: Hiç bir mübalâğaya kapılmadan, en küçük unsurları arasındaki nispetleri tam bir ölçü ile tayin edebildiğimiz hangi karışık mesele vardır ki aslında basit olmasın? Fakat ben müfekkiremin şe’niyetlere karşı bu hürriyetini kazanacak kadar fevkalbeşer bir realizme yükselmiş olabilir miydim? Ben ki alelâde bir tesirle, bir güzel bakış veya söz, bir küçük ima veya işaret karşısında çıldıracak gibi heyecanlar duyarım; hayatımda en hafif bir değişiklik yapan gayet basit hâdiseler beni çığırımdan çıkarabilir, kendimden geçirebilir, nasıl oluyor da şimdi bu sükûnet içinde bulunuyorum? Bu bir fırtınaya hazırlanış mı? Yoksa bu işin neticesini benden evvel sezen içim, ümitlerimin genişleme sahalarını kapamak gayretiyle beni şimdiden tıkıyor ve sert hakikatlere mi hazırlıyor?

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 51


“O vakit bana öyle gelir ki yeryüzünde yapayalnızım, meçhul şeyler, belirsiz tehlikelerle çevrili, müthiş surette yalnız.”

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 56



Sen daima o içi dolu adamsın. Daima büyük bir alevle sarıldığını hissettiğin başın ancak toprağın altında soğuyacak ve ancak toprağın altında sen, bu en tatlı ve en korkunç mest edici ve haşlayıcı hararetten ayrılacaksın.”

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 56



Kendini yakan böyle bir tabiat, Muallâ’yı da ateşten bir çember içine alacak, ona belki de genç kızlığında teneffüs ettiği bol ve serbest havayı aratacak. Evet, fakat.. kim bilir? Onun dediği gibi, insan tereddüt ederse belki serçe parmağını bile kımıldamaz. Fakat evlenmek bu... Lâkin onda da ne cesaret! Ne cesaret beyefendi hazretlerinde! Üşenmeden çabucak komik dünyanın eşiğinde birdenbire duraklıyor ve daha fazla içeri giremiyor. Kapıda ona ciddiyet tavsiye eden şeyler var: Seneler, seneler, beklemekle geçen seneler... Maamafih, omuzlarını silkerek hafifçe gülümsüyor: “Ne cesaret!” diye düşünüyor.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 57



“İyi mi? Fena mı? Bilmiyoruz. İyi olmadık ki fena olup olmadığımızı bilelim. Demek fena da değiliz. Fena olmamak iyidir, öyle ise iyi gibiyiz. İyi veya fena, biz hürüz.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 88


Hayatımda tanıdığım kadınlardan çoğunun böyle isterik olmaları bir tesadüf mü idi? Kitaplarımda da kadın kahramanlarımın hemen hepsi bu nevidendirler. Belki de şahsiyetimle öteki insanların mizacı arasındaki gizli tecazüb, beni aynı seciyevî vasıfları haiz beşerî daireler içinde bulunduruyor. Onları tanıyorum ve onlarla anlaşıyorum.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 104


Hepimiz, Erzilya gibi, güzelleşmek için yalan elbiseleri arıyoruz ve çıplak hakikati örtmeğe, gizlemeğe çalışıyoruz; hatta kefen bile çıplak cesedimizin çirkinliğini gizlemek için beyaz bir yalandır, değil mi? Sonra, derler ki, cins kediler bu çirkinliği gizlemek için tenha yerlerde ölmeğe giderlermiş. Bazı hayvanların estetiği de bizimkinin aynı.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 110


İstikbale hükmetmeğe kalkmayalım. Yarın mademki doğmamıştır, yoktur. Hiç üzerinde bütün tahminlerimizin kıymeti de hiçtir.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 114



Ne ahmaktır bu kadınlar! İsterler ki erkek onlara gitsin, onları bulsun, onlara şekil versin. Hep o sıcak balmumudurlar. Hep erkeğin başparmağı altında bin şekle girerler. İrade ilk teşebbüs edende değil midir? İlk isteyen galiptir. Seni ben yarattım. Bakalım senin sesin benim içimdeki ses mi?

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 126




Sen hayatında her şey yapmış bir kadınsın. Fakat hiç birine alışamamışsın, hiç birinde ihtisas kazanamamışsın: Evlendin, fakat tam mânasıyla zevce olmadın; sevdin, fakat yekpare bir aşkın olmadı, birçok hâdiseler en büyük ihtirasın billûrunu kırdı; seyahat ettin, fakat sende bir seyyah melekesi teşekkül etmedi; birçok hafiflikler yaptın, barlarda, balolarda, tiyatroların kulis aralarında yaşadın, fakat bir kokot pişkinliği elde edemedin; tercemeler yaptın, fakat bir satır yazı neşretmedin; çocuklara bayılıyorsun, fakat ana olmadın; her emelin, her gayenin büyüklüğünü ve güzelliğini anlıyorsun, fakat hiç bir emelin ve gayen yok; bir çocuk saflığıyla en basit yalanlara inanabilirsin, fakat hiç bir şeye iman etmiyorsun. 

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 127



Ben yalnızlığın cemiyete rağmen, kalabalığa rağmen içimizi kaplayan ruhî bir halet olduğunu bilirim. Evlenmek insanı yalnızlıktan kurtarmaz, belki daha müthiş bir yalnızlığa atar. Bu iki kişinin bir arada ve ayrı ayrı yalnız kalması demektir ki cemiyetten gelecek imdadın da kıymetini sıfıra indirdiği için en ümitsiz yalnızlıktır.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 166


Hakikatte sen de tereddüt ediyorsun; Roma ile İstanbul arasında, hile ile samimiyet arasında, ölümle hayat arasında tereddüt ediyorsun. Sonra ben ve benim olduğum zümre de tereddüt içindeyiz. Elimizdeki bu kadehler ve gecelerimizi dolduran bu çılgınlıklar nedir? Bütün sanatkâr dediğimiz sınıf ve münevver dediklerimiz hep tereddüt geçiriyorlar: İnanmakla inkâr arasında tereddüt; ferdî ve içtimaî temayüller arasında tereddüt; “moi”nın kendi üstüne doğru saldırışından başka bir şey olmayan kendi kendini tahrip aşkıyla, yaratıcı hırslar ve sevdalar arasında tereddüt. Bütün Avrupa ayni tereddüt içinde: Almanya, Fransa ve İngiltere sağla sol arasında gidip geliyorlar. Millî ve beynelmilel cereyanlar, dinî lâzühdî cereyanlar, katolik izdivaç ve serbest aşk cereyanları, ahlâkî ve gayri ahlâkî cereyanlar bütün beşerî iradeyi ikiye bölüyor ve tereddüde düşürüyor. Onun için izdivaçlar azalıyor ve gençler tereddüde düşüyorlar, izdivaç, en azından bir tek şeye inanmaktır. Bu çılgın, bu kudurmuş tereddüt ve şüphe devrinde sarsıntıyı en çok hisseden müessese izdivaçtır. Fakat şüpheye ve tereddüde lânet savurmadan evvel hakkını verelim. Zekânın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür. Bütün Rönesans bir şüpheden doğdu. Bütün yeni felsefe zaferini Descartes’ın şüphesine borçludur. Fakat mücerret sahada zekânın evcini işaret eden bu şüphe ve tereddüt, amelî sahada ölümden başka bir şey değildir. O noktaya kadar çıktıktan sonra, insanın hayat ve müşahhas dünya içindeki azamî kıymetine varabilmek için, tereddütten karara geçmesini bilmek lâzımdır. Çünkü bu, ölümle hayat arasındaki huduttur.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 168


Bir insanın her fenalığa muktedir olabileceği yerde cemiyet iflâs etmiştir.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 170



Asır tereddüt ediyor, dedim. Her insan, hatta senin kapıcın bile devrinin ifadesidir. Onu yirmi dakika söylet, “anlamıyorum, anlamıyorum, zamane başka!” diyecektir. Öteden beri zeki adamlar tereddüt etmişlerdir. Septisizm yeni bir fikir hareketi değildir. Fakat şüphemizi ve tereddüdümüzü ancak zekâmıza mahsus bir hak addedelim ve irademize çelme takmasına izin vermeyelim. Tembelliğin mazereti halinde bir şüphe ve imansızlık en kötü şeydir. Dünyanın azgın faaliyetinde ve gaye ne olursa olsun bu ezelî ve ebedî oluş içinde hepimiz dinamik rollerimizi yapmağa mecburuz. Yeni kadınların çoğu ana olmağı zarafete mugayir bir şey sayıyorlar ve çocuk viyaklamasından nefret ediyorlar. Sen de onlardan değil misin? Fakat bu nihayetsiz bedbinliğin nereden geliyor? Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir. Yeni kadın, yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır. Senin ümitsizliğin buradan geliyor. Pirandelli mütercimi değil, bir çocuk anası olarak ebedîleşebilirsin. Bunlar Eflâtun’un ağzına yaraşan pek eski sözler, değil mi? Fakat “Ziyafet”i bir kere daha oku, onu daima yeni bulacaksın. Emin ol ki sana “evlen, çocuk yap, yuva kur!” diyen bir mahalle imamı, bir kadın nine, bir papaz veya aksakallı bir bunak, zannettiğin kadar haksız değildirler. Mütearifelere karşı isyanımızı bir orjinalite sanıyoruz; bu senin ve sizin kabahatinizden ziyade, tesiri altında kaldığınız Avrupa fikriyatının züppeliğine ait bir şaşkınlıktır. Klâsik memelerden süt emmeyen bütün fani yeni cereyanlar, senin gibi milyonlarca kurban veriyor. Analığa karşı hürmetsizliğimizin cezası, aynı zamanda, hem tabiattan, hem de cemiyetten geldiği için iki misli dehşetli olacaktır. Onun için, ben sana derim ki, saadetin ve idealin ve her şeyin karnındadır. Daima olduğu gibi kâinatı senin karnın idare edecektir. Bilmem ki bana hak veriyor musun?

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 170


Vaaz veriyorsun. Şimdi birbirimize çok uzağız. Anlaşamayacağız. Ne diyeyim? Sen bana müthiş imkânsızlıkları hissetmiş bir muharrir gibi görünürdün. Seni onun için severdim. Bir insan ıstırabının gideceği en son noktada seni de buluyordum. Bir takım kelimelerin, nazariyelerin kalıpları üstüne çıkmış, sözle anlatılması kabil olmayan felâketleri hissetmiş bir adamdın sen. Şimdi nedir bu tabiatlar, cemiyetler, analıklar, idealler, saadetler... Bu söylediğin şeyleri İncil de yazıyor, Kur’an da yazıyor.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 171


Evet, dedi, belki haklısın. Fakat ben hak aramıyorum ki. Ben bir şey aramamanın azabını çekiyorum. Bu azaptan şikâyet ediyorum, fakat onu sevmiyor muyum? Belki aradığım yegâne şey bu azap değil mi?

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 172


Onların içinde de yaratmak için ruh sancısı çekenler müstesna; baba olmayanlar ana olmayanlardan farksızdırlar. En az inkâr edebileceğimiz şey tabiattır. Üst tarafı az çok safsataya müsaittir ve birçok nazariyelere esas teşkil edebilir.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 172


“Ey güzel, diyor o, kederler sana gece baskını yapmadan evvel gül renginde şarap getirilsin. Behey âkil geçinen kara cahil, sen altın değilsin ki toprak içine gömüldükten sonra tekrar topraktan dışarı çıkarılasın!”

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 172


Sevmek öldürmektir. Bunu çok söyledim ben. Böyledir. Hepimiz kaatiliz. - Fakat bilmeyerek, istemeyerek azar azar öldürerek değil mi? - Evet. - Fakat bende bile bile kaatil olma arzusu var..

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 175


Şüphesiz, vicdanımızın vahşi ormanlarına sinen ejderhaları, canavarları tanımalıyız; içimizde gizlenen ve pusu kuran müthiş ihtimallere cesaretle bakmalıyız; bunları şuurumuzun aynasında pervasızca seyrederek hem kendimize hem de başkalarına göstermeliyiz; ben de senin bu itiraflarını ve samimiyetini beğenmiyorum. Şüphesiz, insan, bütün hayvan nevilerinin seciyelerini kendinde toplamış bir mahlûktur, bir behime yekûnudur: Kaplan gibi yırtıcı, tilki gibi kurnaz, geyik gibi ürkek, arslan gibi cesur, köpek gibi sadık ve kedi gibi nankörüz, ilh... Fakat bu vahşet imkânlarını beşerî seciyemizin çelikten kafesleri içinde hapsettiğimiz için insanız ve boğa yılanından farkımız budur. Tırnaklarımızı ya kesiyoruz yahut cilâlı maddelerle parlatıyor ve güzelleştirmeğe çalışıyoruz, yani tırnağımızın çıplaklığını gideriyoruz. Pirandelli bundan bahsetmiyor; hâlbuki manikür, en çirkin tarafımızla mücadelemizdir ve ellerimizde gizlenen vahşî pençeye insanî bir şekil vermek içindir. Sevdiklerimizi öldürüyoruz, çünkü onlar da bizi öldürüyorlar; fakat darbelerimizi insanca vurarak, açtığımız yaraları namütenahi şefkatimizle iyi etmeğe çalışarak ve tekrar yaralayarak, sevdiklerimizi hazla keserek güzel tezadını tattırarak öldürüyor ve ölüyoruz. Yaşamak, yaralamak ve yaralanmaktır; fakat insanca... Bizim tıynetimiz, ruhumuzun hayvan ve Allah’a giden iki yolunun köşesinde mündemiçtir. “Ne melek, ne hayvan!” - “Hem melek, hem hayvan!” Bununla beraber yüzümüz meleğe doğrudur, gayemiz Allah’a doğrudur. Fakat bu bir gaye değil, mânevî teşekkülümüzün kendi kendine aldığı bir veçhedir, bizatihi bir gidiştir.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 176


Daima bir rüya âleminde yaşıyorsun. Arada bir uyanıyorsun. Felâketin oradan geliyor. Yaşadığın içeri dünyada bu hançer, üstündeki ibaresiyle, mefkûresiyle, korkunç gayesiyle güzel bir hayal unsuru. Onu daima yastığının altında saklayacaktın ve kınında sayıklamasına mâni olmayacaktın. Onu niçin hakikat âlemine çıkarıyorsun? Rüyalarımızın fotoğrafileri birer karikatürdür. Fakat onlar kendi mantıkları ve kendi kanunları içinde birer hakikattirler ve ölçülerinin kendilerine nispetleri şe’nî ve tabiîdir.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 180


Bu durmadan dönen çark, bu göz karartıcı hız, bu namütenahi yaratılış, oluş ve gidiş, tereddüdü ve tembelliği affetmiyor; hiç bir şeye inanmayanların da en imanlılar kadar kendi faaliyetine karışmasını istiyor ve iradeye kadar işleyen bir septisizmin, bir şüphe ve tereddüdün cezasını böyle veriyor. Akrabam ve tanıdıklarım içinde, buna benzer bir ruhî sefahatle perişan olan insanları ve aileleri düşündüm. Hepsini bu tereddüt mahvetti. Kimi kozmopolit ve millî duyguların meddücezri arasında, kimi cinsî ve âşıkane meyilleriyle aile ve dostluk vefasının çarpışması içinde ve hepsi, mevcudatla alâkaları kesilerek, enerjilerini kaybederek, bir muvazene unsuru olmaktan çıkarak, tereddüdün çocukları olan fuhuş, alkol, sefalet ve şifasız bir bedbinlik içinde hastalandılar, parasız kaldılar, süründüler, perişan olup gittiler. Hiç biri klâsik ve ezelî ahengi hissetmemişti ve hepsi, asrın geçici anarşisini devrin hakikî işaretlerinden biri sanmıştılar ve nihayet canlarından usanmıştılar.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 185


Teselli kabul etmez bir halde olduğunu anlıyordum. Tutunacak hiç bir şey kalmamıştı. Büyük kederlerin o kuvvetli ve anî sirayetiyle, gayriihtiyarî, kendimi onun yerine koyuyor, ben de teselliye muhtaç bir hale geliyordum. Gözümün önünde bir insan dağılıyor. İçtimaî köklerinden kopunca mevhum ferdî şahsiyetimizin bir anda nasıl kuruyuverdiğini, soluverdiğini görüyorum. Yalnız içtimaî değil, aynı zamanda beşerî, mistik ve ilâhî bağları da çözülen insanın bu perişanlığı bana ibret, merhamet, nefret ve dehşet veriyor. İçimizde sıraya dizilen sayısız benliklerimiz ipi kopmuş bir tespih gibi nasıl dağılıveriyorlar! Kâinatın ahenginde bir muvazene unsuru olmaktan çıktığımız vakit, muhitimizle ve mevcudatın ruhiyle münasebetimizi kaybettiğimiz vakit, bir maddeden ötekine konan ve fasılalarla ısınıp soğuyan vefasız ve serseri muhabbetler içinde sendelediğimiz vakit, birdenbire ayağımız nasıl kayıyor, böyle nasıl yuvarlanıyor ve dinmeyen gözyaşlarıyla nasıl ağlıyoruz!

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 185


Artık onu okşamaktan da vaz geçmiştim. Çünkü onun için biricik teselli, ancak, ümitsizliğin en son derecesine inerek tevekküle düşmekten ve teslimiyetten ibaretti; dışarıdan gelecek zayıf imdatlar, uzak ihtimalleri cazibesiyle korkunç vaziyeti arasındaki farkı dayanılmaz bir ıstırap haline sokacaktı. Nitekim her elimi alnına götürüşümde gözyaşları artıyordu.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 187


“Asrın hastalığı” dedikleri bu ruh buhranı, bu şüphe ve tereddüt, bu yer değiştirme ve kaçma ihtiyacı artık sonuna geliyor. Bunu hissediyoruz. Şu uyuyan kadın ve bütün ona benzeyenler, son kurbanlar. Vakıâ insan ruhunun azabı ebedîdir; fakat bu azap mahiyetini değiştirmek üzeredir. “Ufukta ne görüyorsun?” sualini birbirimize çok soruyoruz. Herkes yarını merak ediyor. Hatta bu dünya ahvaline pek vâkıf olmayan cahillerin gönlünde de aynı üzüntü ve merak var. Ben müthiş bir “tahmin düşmanı”yım. Kehaneti sevmiyorum. Bütün felsefe sistemlerinin iflâsını gördükten sonra büyük bir hakikati de görelim: Devrimiz nazariyenin ve sistemin umumî iflâsını ilân etmiştir. Nihayet anlamağa başlıyoruz ki her sistem, ölü bir kalıptır, statiktir, çünkü mantığımızın mahsulüdür. Sayısız değişmeleriyle, göz karartıcı hızıyla, tamamıyla dinamik olan bir mahiyeti, yani hayatı biz ancak sezişimizle takip ve bilgimizle izah edebiliriz; ona yol gösteremeyiz. İlim bugünü anlar, yarını keşfedemez. Böyle bir iddiası da yoktur. Her sistem, gülünç bir kehanettir. Nazariye kurmaktan geçelim. Yalnız müşahede. Hayatın namütenahi değişmelerine intibaktan bizi meneden kaskatı sistemlerin hepsi yıkılıyor: Marksizmle bugünkü Rusya’daki rejim arasında ne uçurum! “Sermaye” muharriri sağ olsaydı Sovyetlerin can düşmanı kesilirdi. Eski Yunanistan’dan beri, hayatı kafamıza uydurmak sevdasından vazgeçmedik; felsefe tarihinin tezleri ve antitezleri arasındaki gülünç münakaşadan hiç bir hakikate vâsıl olmadığımızı gördüğümüz halde, hiç bir “nedir?” ve “niçin?” sualine cevap verememiş olduğumuz halde yeni sistemler kurmak ve bir sürü kalp fikirlerin peşine takılmaktan kendimizi alamıyoruz. Harpten sonra yıkılmağa başlayan şeylerden biri de nazariyelerin sonuna ilâve edilen “izm” edatıdır. Ancak “izm”siz düşünebildiği gün insan zekâsının hürriyetinden ve genişliğinden bahsedilebilir. Kafamızın zinciri bu “izm”dir: Sistemcilik ve nazariyeciliktir. Ammenin ruhu bunu çoktan duymuştur. Nazariye başka, tatbikat başka derler ve halk emindir ki: “Evdeki pazar, çarşıya uymaz!” Yalnız ahmaklar plân yaparlar. Şoförlerin umumî kaideler haricinde bir plânları olsaydı yüz metre ileri gidemezlerdi: yolun hangi köşesinden, ne zaman, ne şekilde, hangi araba, insan ve hayvan çıkacağını ve ne tarafa gideceğini aslâ bilmeyiz. Bütün hayat böyledir. Tarihteki büyük vakaların hangisi evvelce tahmin edilmiştir? Mademki hiç bir ânın ötekine benzemediğini ve tarihin tekerrür etmediğini öğrendik, yarını tahmin etmeğe niçin cüret ediyoruz ve ilimle fal kitabı arasındaki büyük farkı niçin anlamıyoruz? Kararsız, (instable) bir dünyada olduğumuzu bilelim ve statik fikirlerimizle hayatı kalıplamak gibi sonu gelmeyen maceralardan vazgeçelim.

Bir Tereddüdün Romanı/ Peyami Safa

Ötüken Yayınları Syf 193





 

TUTUNAMAYANLAR'DAN NOTLAR 




... Ekmekle birlikte her şey bozuldu. Bana henüz verilmeye başlanan terbiyem okula gitmeden bozuldu. Bütün çocuklar gibi, kötülüğünü, anlamını bilmeden küfür etmeyi öğrendim ve sebebini bilmeden dövüşmeye başladım. Sokak aralarında, biriktirdiğim gazoz kapaklarıyla oynamak ve jilet kapaklarının en iyisi olan giletteyi arkadaşlarımdan çalmak suretiyle kumara ve hırsızlığa alıştım. Babam beni mektebe götürdüğü zaman, çantamla birlikte artık uzun bir hayat tecrübesini de omzumda taşıyordum.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 59


... Babamın, sonradan daha iyi farkettiğim karakterinin eşsiz bir özetiydi bu cümle: 'Dur bakalım hele.' Hem kendi durur, hem de herkesi durdururdu bu cümleyle. Benim hızımı, annemin hırçın ve telaşlı atılmalarını hep bu manasız cümlesiyle keserdi: ' Dur bakalım hele.' Dünya tefekkür tarihine 'Durbakalımhelecilik' geçmezse, babama yapılmış en büyük haksızlık olacaktır bu. Ben de belki biraz bu felsefenin tesiriyle böyle olmuşumdur.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 60


...Ben kendimi yeterli görmüyorum. Ne için yeterli? Her şey için. Topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum. Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 77


...Kendini tanıma sorununun çözümünde, Descartes'in bilime uyguladığı kuşkuculuğu kullanabiliriz. Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız. Örneğin, soyut ahlak kavramlarını ele alalım. Namus, iyilik, iş ahlakı gibi her toplumun temel dayanakları sayılan kavramlar vardır. Bu kavramların her toplum için aynı olduğu ve bunlarla ilgili kurallara her toplumda uyulması gerektiği belirtilmiştir bizlere. Biz, ancak kendi özlediğimiz toplumda uymalıyız bu kurallara. Onlar ise, şartlar ne olursa olsun toplumu ayakta tutmak için bizi soyut kavramlarla uyutmaya çalışırlar. Ben, sadece namuslu olmakla övünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namusuzdur benim için. Benim de değerlerimin arasına bu çeşit nitelikler karışmışsa atmalıyım onları; onlarla övünmemeliyim. Bu nitelikler, amacımı gerçekleştirirken bana zararlı bile olabilir Gerekirse bir ülkü uğruna hırsızlık da yapmaz mı insan? Kendi aramızdaki ilişkilerde ahlaklı olmamalı demek istemiyorum; bize bu çeşit iftiralar atılmamalı. Fakat onların düzenini korumak için gerekli olan böyle sahte değerlere de hiç önem vermeyelim.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 80-81


... Kendini eleştirmenin, kendinden yakınma çerçevesinden de çıkması gereklidir diye düşünüyorum.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 81


...İnsan yapısındaki çelişkiler, onun ne ölüme ne de sonsuzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. Sonsuzluk, yalnız Allah'ın dayanabileceği bir güçlüktür.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 141


...Allah'ım, onu neden yalnız bıraktın? Neden yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin?

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 181


...Hayatlarıyla yanlış olanların ölümleriyle doğru olmalarına imkan var mıdır? Hayattan çıkarı olmamak, hem Tanrının hem de insanların gözünde affedilmez bir suçtur; gelişip yayılmaması için gerekli her türlü tedbir alınacaktır. Bütün tarih, bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji, kısaca bütün lojiler, hayatın çıkarcılığa dayandığını göstermek için yırtınacaklardır, yırtınmalıdırlar. ''Ben çıkarıma bakarım'' diyeceksiniz, bunun için ''Babamı bile tanımam'' diyeceksiniz. Kimseyi tanımayacaksınız; hele hayattan çıkarı olmayanları hiç!

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 200


... Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık, samimiyeti yaltaklanma ve yardımı bir baskı sayarlar. Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından istifa edilecek, istismar edilecek bir akılsız sayarlar.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 203


... Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şöförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar...

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 202


... Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 203


... Her şeyi duyuyoruz, hiçbir şeyi bilemiyoruz Olric. Bu duvarlar arasında kapandık kaldık. Savaş diyorlar, öldüler diyorlar, halk diyorlar. Ne biçim şeyler bunlar? Rivayetler dolaşıyor, sözler geliyor kulağıma. Hep, bir yerlerde bir şeyler oluyor, biz bilemiyoruz, Olric. Hep anlatıyorlar, söylüyorlar, naklediyorlar.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 249


... “Ona açıklardım: bütün bu bilgilerle yetişen insanlar, bu heyecanlı düşünceleri sadece sıkıcı bir ders olarak değerlendirir; profesör de, sanıldığı gibi, coşkunlukla anlatmaz bunları, yıllardır aynı sözleri tekrarlamaktan usanmıştır; öğrenciler de kültürlü değildir, Selim kadar kitap okumazlar, derslerden bir şey anlamazlar, nefes kesen nazariyeler onlar için ezberlenmesi gereken satırlardan ibarettir, bütün gün kantinde bu konuları hiç konuşmazlar, nefret ederler onlardan, üniversite biter bitmez kitapları yakmaya kararlıdır bir çoğu, bütün bunlar bir aslî maaş meselesi, bir gelecek endişesi için yapılır. Bana inanmadı. “Olamaz. Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hocalar bizim lisedeki gibi mıymıntı değildir. Orada her şey başkadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup söylerler ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bilemez. İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir noktaya parmak basarlar ki önünüzde ufuklar açılır; o zamana kadar bunu bilmeden yaşamış olduğunuzdan utanırsınız. Onlar, Lord Henry’nin Dorian Gray’e yaptığı gibi, sarsarlar, akıllarını karıştırırlar öğrencilerin. Tatlı bir şaşkınlıktır bu: yeni bir dünyaya girmenin şaşkınlığı.’'

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 327


... Benim dışımda kimseye de öfkesini belli etmezdi. ‘Bütün kötülüğün bana,’ diye takılırdım. ‘Anlamıyorsunuz Esat Ağabey,’ derdi. ‘Onları öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait bir şey. Yakın hissetmediğim birine nasıl gösteririm onu. Onlara da size davrandığım gibi davranmış olurum. Asıl o zaman kötülük etmiş olurum size.’

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 336


...‘Beni ya şımartın, ya da kapı dışarı edin!’ diye bağırırdı. ‘Yarı içtenliğe dayanmam zor benim.'

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 348


... Çevresine baktı: odanın çıplaklığı, eskiliği onu rahatsız etti. Odadaki insanları köhne buldu. Sıkıcı ve renksiz bir hayatın izi vardı her yerde; benim yaşantım da aynı tatsızlık içinde. Selim olmasaydı ne yapa caktık sanki? Ne yapacaktınız Ne yapıyorsunuz? Getirdiğin içtenliğe, canlılığa kapılarını kapadılar aslında; istedikleri Selim’i içeri aldılar: Selim’in istemediği Selim’i. Herkesin iyi kötü, yürüdüğü bir yol vardı. Herkesi yoldan çevirmeye çalıştın sokağın köşesinde durup. Hepsi de sana içinden güldü. Dur bakalım, dediler. Dur bakalım hele. Biz mi bilmiyoruz nasıl yaşanacağını? Dünkü çocuk, bize akıl mı öğretiyorsun? Başka bir şey yapmak gerekseydi elbette biz bulurduk bugüne kadar senden önce. Senin ortaya çıkışınla mı böyle bir ihtiyaç doğdu? Dur bakalım. Bir düşünelim. Önce bunu biz bulmuş olalım. Çok üstümüze varma. Bizi telaşa boğma. Yoksa hiçbir şey yapmayız inadımızdan. Sen gelinceye kadar yaşamıyor muyduk? Öyle mi diyorsun? Yanılıyorsun. Herkesin bir işi gücü var, bugüne kadar bellediği bir usul var. Herkesin bir yataktan kalkışı, bir yemek yiyişi var. Senden akıllıları var, senden yaşlıları var, senden tecrübelileri var. Bu kadar adamın düşünemediğini sen mi buldun? Dur bakalım, dur bakalım hele. İki satır öğrendin diye herkesi cahil mi sanıyorsun? Bağırıp çağırarak gözümüzü mü korkutmaya çalışıyorsun? Ben bilmesem de bir bilen vardır elbette. Bu kadar atılışı, saldırışı, yıkışı sana bırakırlar mı? Dur bakalım, dur hele. Nereden geldin, nereye gidiyorsun? Belgelerini, izinlerini, tanıklarını, yeteneklerini göster bakalım. Seni buraya kim soktu, kim izin verdi sana bütün bunları söylemen için? Bir yanlışlık olacak. Kapıcıyı çağırın. Nasıl boş bulunmuş? Dışarı çıkarın şunu: etrafa bu kadar saldırmasına göz yummayın. Herkese, ne yaptın? ne yapıyorsun? neye yarar bunlar? demesine fırsat vermeyin. Saldırın ona: o ne yapmış? ne yapıyormuş? Gördün mü? Dur bakalım, dur bakalım hele. Öyle kolay değilmiş, değil mi? Kolay olsaydı biz yapardık. Yapmadığımıza göre, bizim de kendimize göre bir bildiğimiz var. Biz de okuduk onları. Onlardan, dediğin anlam çıkmaz. Çıksaydı, biz bilirdik senden önce. Hepimiz birbirimize tanıklık ederiz. Sana kim tanıklık edecek? Kim koruyacak seni? Ne demişler, el elden üstündür. Biz de geleneklere, saplantılara karşıyız elbette. Fakat, bütün bunları bilmiyormuş gibi bize yeniden öğretmeye kalkmana da karşıyız. Bunun bir yolu yordamı var. Önce kendini tanıtmalısın, yaptıklarınla ispat etmelisin kendini. Başkaları nasıl yapmışsa, nasıl yapıyorsa öyle davranmalısın. Kendini önce başkalarına kabul ettirmelisin ki biz de kabul edebilelim. Bunun için de belki önce ölmelisin. Unutulmalısın. Unutulan herkesin hatırlanması için ne kadar zaman geçiyorsa, o kadar zaman geçirmelisin mezarda. Orada bile acele etmemelisin. Senden önce ölüp, senden önce unutulanlar ve daha hatırlanmayanlar var. Dur bakalım, dur hele. Sıranı bekle.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 351


... ‘Bütün alçakgönüllülüğüm, bütün iyiliğim, daha doğrusu iyi olduğum anlar, başarısızlığımdan ileri geliyor. Kendi kendime eğer kendimi kaybetmemişsem hiç olmazsa iyi olayım, tutulacak bir yanım olsun, diyorum. Başarısızlık korkusu, kötülükleri denemeye engel oluyor. Çıkmazlar içindeyim Esat Ağabey!’

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 360


... Her günü, yaşamaktan çok geçiştirmeye çalışıyordu. Meseleleri, çözmek yerine küçük yalanlarla, daha uzak, belirsiz bir tarihe erteliyordu.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 369


... Zamanı bulamıyordu. Kendini bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış garip bir yaratıktı. Sus, diyordu, kendi kendine. Sus, kimse duymasın. Sonu kötü olacak. Sen Turgut’sun. Turgut Özben. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ellerini sıkıyordu acıtırcasına. Sen bir saksı çiçeğisin Turgut Özben. Yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak, kimsenin yer değiştiremeyeceğini düşünerek ferahlamalıydın. Hayır, bir su yosunu olmalısın. Suyun serinliği ve ıslaklığını duyarak dalgalanmalısın. Bütün istediğin, uçsuz bucaksız bir sudur ve her zaman bütünlüğüyle saracaktır seni.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 370


... ''Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok.”

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 386


... Orada Selim yatıyor. Merhum Numan Beyin ve yaşayan Müzeyyen Hanımın oğlu, genç yaşında amansızca tutulduğu, zamansız bir hastalığın tesiri ve karanlık hayallerinin esiri, dalından zamansız koparılmış bir yaprak olarak...

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 414


... Büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor. Korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsan olmaktan korkuyoruz. İnsana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz. İşin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 409


... Hayır olmazdı parçalardık onu kabuğundan çıkmış bir kaplumbağa gibi yerdik oysa kabuğunun içinde yavaşça yok olmayı tercih etti daha fazla incinmemek için duygusuzluk ve alay kabuğunun içinde korunmaya çalıştı bütün ömrünce anlaşılmayı bekledi kendi gibi olmayanları idrak edemeden yaşadı hepimizin elini sıkmaya hazırdı evet Turgut hazırdı hazırım bütün konuşmalarım hazır yalnız çağrılmayı bekliyorum rica ederim buyurmaz mısınız demeniz yeter her ne kadar yolunu bilmiyorsam da bu kadar önemsiz bir kusur için beni harcamazsınız herhalde sayın vatandaşlarım eksik olmayın beni hatırlamak inceliğini göstererek buralara kadar zahmet etmişsiniz size ikram edebileceğim duygularımı lütfen kabul buyurunuz evet bana uğramıyordu merak ediyordum bana kalırsa insanlarla arasında isteyerek bir uçurum yaratıyordu onları imkânsızlığa itiyordu milyonlarcası için doğru saydığı düşüncelerini duygularını birkaç kişinin bozmasını istemiyordu Günseli onları da senin gibi imkânsızlığa mahkûm ediyordu çaresiz bırakıyordu amansızca saldırıyordu öyle acılaşıyordu ki ona artık kimse dayanamasın kimse yüzünü görmek istemesin diye bilerek eziyet ediyordu son günlerde bu gücünü de kaybetmişti yenilgiyi kabul etmişti haksızlığından...

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 478


... Birbirlerine can sıkıntısı yüzünden kötülük etmeye çalışırlar; benzemediklerinden değil.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 526


... Akıldan uzaklaşmak istiyorum. Aptalca duygulanmaktan korktuğum için çevremi akılla doldurmuşum. Aşktan, üzüntüden bahsedebileceğim aptal insanları arıyorum.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 538


... Ben parçalarımı bir arada tutmak için olağanüstü bir çaba harcıyorum: tutmuş benden ne istiyorlar. Selim gibi görünmenin bana neye mal olduğunu bir bilseler. Yatağın içinde büzülmüş bu satırları yazarken nasıl kahramanca bir dayanma gösterdiğimi farketmiyorlar. Kimse, karşısındakinin parçalanışını görmek istemiyor.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 541


... En kötüsü, hayır demeyi öğrenemedim. Yemeğe kal, dediler: kaldım. Oysa, kalınmaz. Onlar biraz ısrar ederler; sen biraz nazlanırsın. Sonunda kalkıp gidilir. Her söylenileni ciddiye almak yok mu, şu sözünün eri olmak yok mu; bitirdi, yıktı beni.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay 

İletişim Yayınları Syf 562


2 Ekim 2016 Pazar



Pişt, pişt...Yiyorsa! Çocukluğumuza gidek mi datlı gısss?


     Mahalleden  “yendik, şişirdik, dolma da yapıp pişirdik” nidaları yükseldi. Seslerinden anladığım kadarıyla  –benim maddi olarak zar zor yetebileceğim arabalarla yaşıt hepsi yani en fazla 2008-2009 doğumlular. Pırıl pırıl, cillop gibi hepside… Aldığımız hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek, baktığımız gökyüzü bile aynı ama onlar belli ki başka bir boyuttalar bizden. Çünkü bende içindeyken hep geçmesini beklediğim ama geçip gittikten sonra ulan ne etsem de tekrar dönsem dediğim çocukluk trenine binmiş yetişkinlik durağına gelince apar topar hatta ite kaka indirilmişlerdenim. Hala bile ne olduğunu anlayabilmiş değilim, bakma sen! Geri dönmek namümkün , tek hatlıymış nalet tren sadece gidiş seferi varmış. Aslına bakarsan bir yol varmış dönüş için fakat onun içinde kendinden vazgeçmen gerekirmiş. Ama ne vazgeçiş! Yetişkinlerin yaşadığı, her şeyin sıkıcı kurallarla birbirine bağlandığı, sebebin sonucu doğurduğu, sonuçlarında insanların muhtelif yerlerine koymak için fırsat kolladığı “zalımus” bir paralel evrende acınmak, aşağılanmak, ötekileştirilmek ve daha nice abuk subukluklara maruz kalmayı göze almak demekmiş bu vazgeçiş. Birde tüm bunlar yetmezmiş gibi kendinden bile isteye vazgeçenleri  “deli”, “ akıl hastası”, “anormal” gibi gülünç kalıplarla yaftalayıp; “Bilsen seni nasıl güzel normalleştireceğiz bebişim, aynı bize benzeyeceksin. Misal herkesin bok varmış gibi istediği o evi ve arabayı sende isteyeceksin, bunun için evvela kendinden bir şeyler vermelisin tabi. Karga bokunu yemeden işe gitmelisin mesela çarkın bir parçası olmalısın, kendini tüketmelisin, yıllarını vermeli ve bir parça eskimelisin.(Yaşlanmalısın demiyorum bak! Edebiyat yapma lan bana! Yok eskimelisinde yok yaşlanmalısında! Ne diyon lan sen cicoz? Diyebilirsin bana. Ancak harbiden bu ikisi o kadar farklı ki birbirinden. Eskimek çok acıklı böyle bokum gibi bir şey falan edilgenli… Halbusem yaşlanmak öyle mi? Yaşlanmakta bir bilinç var bir kere, karma bişe bu hem edilgenlik hem etkenlik var mayasında bir kerem. Eskiyince unutuluyorsun bir kere ama yaşlanınca öyle mi? Kabulleniyorsun, kabulleniliyorsun falan filan İnter Milan.Yine dağıldım,kafamda şu an ihtiyar heyeti toplantısı var.Herkes hep bir ağızdan konuşuyor mamafih kimse birbirini dinlemiyor.Neyse, ne?) Sonracıma kesinkes evlenip çiftleşmelisin ve dünyanın öğütmesi için ona yeni kurbanlar vermelisin bir kere cicim. Eğer tüm bu söylediklerimizi yapmazsan; seni, bizim “tımarhane”, “akıl hastanesi” dediğimiz yere kapatırız billahi! Fabrika ayarlarına döndürürüz hatta direnirsen öttürürüz bile!"

     İşte ben bunlardan korkuyorum da kendimden vazgeçip dönemiyorum bir türlü çocukluğa.Hem ben egoları üst seviyede olan bir yaşam biçimiyim. Elalem ne der ayyy bi kere!!!